Derin bir nefes aldı önce, hayatın temiz, pis ne kadar kokusu varsa çekti içine, sonra kıstı gözlerini ve daldı karanlığa… Çalışmaktan, derttten, sıkıntıdan ve anlayışsızlıklardan bulanmış beynini söküp atası geldi bir ara, sabretti… O kadar hızlıydı ki herşey… İş, okul, problemler, çözümler, dialoglar, anlaşmazlıklar, korkular, sevinçler, ölüm, doğum, gelen, giden, susan, hastalanan, bakılan, bakan, aldanan, aldatan, anlatan ve daha bir çok şey vardı hayatında, şaşırıyordu bunca şey bu kadar kısa bir hayatta ve bu kadar hızlı nasıl gerçekleşiyordu? Nasıl kapılıp gidiyordu insan bu hızla devam eden döngüye…
Derin düşünceler arasında gezinirken bir ara duraksadı… Bir ses, bir nefes ona gerçeği hatırlattı! Beyninde dolanan binlerce fikrin ve düşüncenin aslında nihayetinde bir anlık olduğunu o an kavradı… Beyninin tam ortasında bir mermi patladı! Bu kadar zaman yaptıkları aslında bir oyalanmaydı… Esas olanı, gerçek olanı, bakii olanı kavramasına rağmen faninin peşinde köle olmuştu… Bir tokatın kendisine ineceği besbelliydi… Biliyordu… Bu tokat küçükken ödevini yapamadığı için babasının o şefkatli tokatına biraz benziyordu! Ama bu tokat onu kendisine getirmeye yetiyordu… Bunca güzel, bunca doğru ve bunca fevkalade bir yaşam karşılığında o yalnızca duruyordu! Taaki o ses, o nefes ve o söz onu ayıltana kadar…
Bayılmıştı…
Karmaşık dünya’da öyle çok çalışmış, öyle çok dert edinmişti ki kendine birden eski zamanlarını hatırlayınca gözleri doldu…. Hey gidi hey demek geldi içinden… Ne günlerdi… O yatsı namazları ne güzeldi… O an, o kaybolma anı ne muhteşemdi diye iç çekti… Sonra neden alnının ne vakittir secdeye varmadığını fark etti… Bu sıkıntıları kimse anlamıyor diye sızlanmak yerine Sevgilisine derdini açmayı çok tan bırakmıştı oysa…! Ki zaten bundandı tüm sıkıntısı…
Duraktaki o oyuncak cı dede kim bilir ne haldeydi?… Ne günlerdi… O dedenin bile derdini dert ettiği o günler ne günlerdi…
Bıraktı!…
Hiç bir şeyi dert edinmez oldu…
Ne o duraktaki oyuncakcı dedeyi… Ne de yatsı namazındaki cemaatsiz imamı…
Herşeyi bıraktı işte…
Taa ki o ses, o nefes onu uyandırana dek…
Kitap bitmişti, avrupaya İslam’ı tanıtacak muhteşem bir hazırlık hayata geçmişti…
Bu güzel, bu ulu görevi tamamlamanın ardından çaylar yudumlanıyordu…
Bir şiir okumamı ister misin dedi?
– Tabii, lütfen.. dedi…
Hayftır şah iken alemde geda olmayasın
Keder-alude-i ümmid u reca olmayasın
Vadi-i ye’se düşüp hiç ü heba olmayasın
Yanılıp reh-rev-i sahra-yı bela olmayasın
Ademe muttasıl ol ta ki cuda olmayasın
Secdeler eyle ki merdud-i Huda olmayasın
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen
Büyük bir heyecanla okudu Şeyh Galip’in o muhteşem eserinin dizelerini…
Dur dedi!
Son iki mısrayı tekrar okur musun?
Okudu!;
Ademe muttasıl ol ta ki cuda olmayasın
Secdeler eyle ki merdud-i Huda olmayasın
– Ne demek ‘ Secdeler eyle ki merdud-i Huda olmayasın ‘ diye sordu…
İşte bu cevap onu o özlediği günlere geri götürmeye hem bir davet hem bir tehdit oldu!
Mes’ud’um…
Secdeler eyle ki merdud-i Huda olmayasın, ne demek bilir misin?! Ben sana yalnızca şunun izahını yapayım var gerisini sen anla!
merdud-i Huda; Huda Kapısından Kovulan demektir…
Anladın mı….
Dağdağalı dünya hayatına meftun olarak, yaşadığımız kovalamaca içinde her an Huda kapısında kovulma tehlikesi yaşayabileceğimize dikkat çekmişsin, Eyvallah…
Kutsi bir davayla dertlenen ve ebedi bir sevgiliye meftun yaşamayı vazife bilen eroğlu erlere selam olsun…